Savaş, enerji krizinin giderek daha da derinleşmesine neden olurken petrol, kömür ve doğalgaza bağımlılığımızın ne denli yaşamsal sorunlara neden olduğunu ortaya koydu.
Sağlık ve Çevre Birliği (HEAL – Health and Environment Alliance) tarafından yapılan bir araştırma kapsamında hazırlanan “Kronik Kömür Kirliliği – Kümülatif Sağlık Etkileri Özel Raporu”na göre, halen çalışır durumda olan kömür santralleri, 55 yılda 4,8 trilyon lira sağlık maliyetinin yanı sıra 200 bin erken ölüme neden oldu. İklim değişikliğinin etkileriyle birlikte, sağlık ve çevre maliyetlerine rağmen Türkiye’de kullanıma sunulan enerjinin %83,3’ü fosil kaynaklardan (kömür, petrol ve doğalgaz) sağlanıyor. Öte yandan, Türkiye’de 2021’de üretilen elektriğin %16,8’ini; köylünün tarlada, bahçede, evde kullandığı suyun önüne set çeken pek çok ağacın kesilmesi ile birlikte karasal ve sucul ekosistemleri geri dönüşü olmayacak şekilde tahrip eden hidroelektrik santraller (HES) üretti.
Bu veriler bize enerjinin sadece üretim, işletim ve dağıtım maliyetlerini değil, çevre ve sağlık maliyetlerini de azaltmaya yönelik planlar yapmamız gerektiğini gösteriyor.
Günümüz enerji kaynakları ve üretim yöntemlerinden bir anda vazgeçmemiz imkansız olsa da bilimsel raporlar, fosil yakıtların enerji üretimindeki payının kademeli şekilde azaltılarak, enerji arzının tamamının yenilenebilir kaynaklardan karşılanabileceğini belirtiyor. Güneş ve rüzgar gibi sınırsız kaynakların yanında biyokütle gibi temiz enerji kaynakları da dünyada giderek yaygınlaşıyor.
Yenilenebilir enerji üretimi artıyor ama fosil yakıtların tüketimdeki payı azalmıyor
Küresel enerji verileri, sanılanın aksine, yenilenebilir enerjideki büyümeye rağmen fosil yakıtların tüketimdeki payının değişmediğini gösteriyor. 21. Yüzyıl Yenilenebilir Enerji Politikaları Organizasyonu’nun (REN21) “2021 Yenilenebilir Enerji Küresel Durum Raporu”na göre, 2021’de dünyada devreye alınan yenilenebilir enerji kapasitesi bir önceki yıla göre %30 artış kaydederken, fosil yakıtların toplam enerji tüketimindeki payı %80 ile 10 yıl önceki seviyesiyle aynı kaldı. Türkiye’de de elektrik üretiminde benzer bir tablo ile karşı karşıyayız; iklim krizine neden olan fosil yakıtların elektrik üretimindeki payı son bir yılda %58’den %64’e çıktı.
Çözüme giden yol, aşırı tüketime sınır koymaktan geçiyor
Hükümetlerin emisyon azaltımı hedeflerine ulaşma yönünde verdikleri sözler ve yenilenebilir enerji kaynakları konusundaki yatırımları yeterli değil. Sürdürülebilir ve adil bir dönüşüm yönünde acilen kararlı adımların atılmasına ihtiyaç var.
Bilim insanları ve teknoloji yatırımcıları da atık çıkarmadan yaygın ve adil biçimde kullanılabilecek enerji üretim yöntemleri için çalışmayı sürdürüyor. Ancak yeni teknolojiler henüz, insanın doymak bilmez iştahının, kendi türüyle birlikte yeryüzündeki bütün varlıkları karşı karşıya bıraktığı felaketleri önleyemiyor. Refaha ulaşmanın yolu, ihtiyaç listelerini sonsuza uzatarak daha fazla üretmekten değil; temiz üretimin yollarını ararken tüketimi de azaltmaktan geçiyor.
Türkiye’de sektör bazında enerji tüketiminin değerlendirildiği, TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu tarafından hazırlanan “Türkiye Enerji Görünümü 2021” başlıklı rapora göre, 2020 yılında en yüksek tüketimin %24,8 ile sanayi ve %22,9 ile çevrim ve enerji sektöründe gerçekleştiği görülüyor.* Enerji üretim ve tüketimimiz bu şekilde devam ederse gezegenimizin sonunu getireceğine dair binlerce araştırma ve rapora sürekli yenileri eklenirken, durdurmaya yönelik çözümler ise önümüzde duruyor.
“Daha fazla” yerine “sürdürülebilir, yeterli ve adil”
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği olarak, ekolojik yaşamın bir bütün olduğundan hareketle, gezegendeki yaşamın devamlılığının, insan topluluklarının da -doğadaki diğer bütün türler gibi- bütüne hizmet etmesiyle mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Tüketerek felakete sürüklediğimiz gezegendeki varlığımızı sürdürmek istiyorsak, tahrip ettiğimiz ekosistemlerin kendisini onarabilmesi için harekete geçmemiz gerekiyor.
Bunun için enerjimizi yenilenebilir kaynaklardan üretmekten daha öte bir anlayış değişikliğine ihtiyacımız var. İnsanı merkeze koyan bir anlayışın yerine, dünya üzerindeki yaşamın bir bütün olarak sürdürülebileceğine, insan türünün ancak bu şekilde var olabileceğine dair bütünsel bir bakış açısını benimsememiz gerekiyor. Bu bakış açısıyla;
- Merkeziyetçi enerji sistemleri yerine, yerel sistemlerin güçlenmesini,
- Daha fazla karlılığın yerini sürdürülebilir ve adil paylaşıma dayalı şirket yapılanmalarının almasını; ulusal ve uluslararası hukukta buna yönelik düzenlemelerin yapılmasını,
- Fosil kaynaklarla enerji üretiminden kademeli olarak vazgeçilerek güneş, rüzgar, biyokütle gibi yenilenebilir kaynaklarından üretimine geçilmesini ve bu yatırımlar gerçekleşirken toplum yararının, yerel halkın çıkarlarının, çevre çevre ve sağlık etkilerinin hassasiyetle göz önüne alınmasını,
- Doğal varlıkların tükenmesine neden olan kirletici kaynak kullanımı ve üretim yöntemleri yerine, doğal varlıkların sürdürülebilirliğinin esas alınmasını,
- Enerji yatırımlarında, toplum yararının, yerel halkın çıkarlarının, çevre ve sağlık etkilerinin hassasiyetle dikkate alınmasını,
- Fosil kaynaklarla işleyen kirli sistem ve teknolojilerden vazgeçilirken, iş kaybı gibi nedenlerden dezavantajlı hale gelecek topluluklar için istihdam ve sosyal güvence sağlamaya yönelik planların yapılmasını,
- Daha fazla üretim ve tüketimin yerine yeterliliğin ve adil paylaşımın teşvik edilmesine yönelik adımların atılmasını öneriyoruz.
Öncelikle cevaplamamız gereken soru, “Bunu yapabilir miyiz?” değil; “Bunu yapmaya niyetli miyiz?” olmalı. Hükümetler kararlarına ekolojik ve adil bakış açısını yerleştirmeli; ekonomik sistemin tüm paydaşları gezegenin geleceğine yatırım yapmaya odaklanmalı. Hükümetler, şirketler ve bireyler olarak hep birlikte sorumluluk almalıyız. Bu gezegende insan türü olarak var olmayı sürdürmek istiyorsak, her alanda doğa ile uyumu ve işbirliğini sağlamaktan başka çaremiz yok.